20 Aralık 2019 Cuma

CEMİL MERİÇ İLE İLK KARŞILAŞMA - İrfan Küçükköy

Ben birkaç cümle ile fikriyatımızı özetledim. Ancak asıl etkileyici cümleler Necmettin Erişen’den geldi. Özetle “Bizim gibi inanmayanlar, bizim gibi düşünmeyenler, bizim gibi yaşamayanlar, bizi kurtarma hakkına sahip değildir. Komünistler ve kapitalistlerin bu millete verecekleri bir şey yoktur”. Bununla niyetimiz Cemil Meriç’i tenkit, ikaz ve telkin değildi. Söylediklerimiz ideal olarak kabul ettiğimiz prensiplerimiz idi.




1967 yılında ilk tanıdığımda Cemil Meriç, Kemal Tahir, Atilla İlhan gibi birkaç edebiyatçı, Halit Refiğ, Metin Erksan gibi birkaç sinema yapımcısı, Marksist çizgiden yeni dönüş yapmışlardı. Diğerleri, Türk kültür birikiminin yüceliğini keşfedip arayışlarını düşünce ekseninde sürdürürken Cemil Meriç, bir adım daha ileri giderek bu evrensel kültürün gelişmelerinde İslam’ın rolünü de keşfetmişti. Oğlu Mahmut Meriç babasının “Elli yaşına kadar Batı düşünceleri çemberinde, 1960'larda Hind kültürü etkisinde, 1970’e doğru da Asya’nın Avrupa ile hesaplaşması ile kendini yenileyen bir entelektüel olduğunu” anlatır. Cemil Meriç Solcu olduğu zamanlarda bile kendini Büyük Doğu kültürüne yakın olarak tanımlar...

Cemil Meriç, Konya’ya Avukat Tevfik Kılıçkaya'nın davetlisi olarak konferansa gelmişti (1967). Bu avukat, bu tarihte CKMP’nin Konya il başkanı idi. Konferansını dinleme imkânı bulamadım. (Necmettin Erişen dinlemiş olabilir.) Avukatın yazıhanesinde kendisini ziyaret ettik. “Hoş geldin” dedik. Karşılıklı hal hatır sorduk. Henüz Mücadele Birliği’ni kurmamıştık. Hazırlık çalışmaları içindeydik. Ben birkaç cümle ile fikriyatımızı özetledim. Ancak asıl etkileyici cümleler Necmettin Erişen’den geldi. Özetle “Bizim gibi inanmayanlar, bizim gibi düşünmeyenler, bizim gibi yaşamayanlar, bizi kurtarma hakkına sahip değildir. Komünistler ve kapitalistlerin bu millete verecekleri bir şey yoktur”. Bununla niyetimiz Cemil Meriç’i tenkit, ikaz ve telkin değildi. Söylediklerimiz ideal olarak kabul ettiğimiz prensiplerimiz idi. Cemil Meriç’in ağzından “O genç kimdi?” sorusu olmasaydı ayrıntıya girmeyecek, sadece görüştüğümüzü yazacaktım. Aslında bu tarihlerde her konuştuğumuz dava sahibi insan üzerinde açıklamalarımız çarpıcı etki yapıyordu. Yani kalıcı, etkili oluyorduk. Necmettin Erişen’in birkaç cümlesi derin etki bırakmış olmalıdır.
Kılıçkaya bizi tanıtırken “Üniversiteli gençler” demişti. Belki de bu ifade "üzerinde konuştuğumuz Üniversiteli Gençler" anlamına idi. Bizimle yaptığı konuşma, daha doğrusu bizim konuşmamız hayatının akışını değiştirmiş. Şöyle yazıyor: “Konya yolculuğumda (1967) ilk defa başkası ile temas ettim. Başkası yani kendi insanım. Kaderin karşıma çıkardığı genç üniversiteli “Sen bizden değilsin” dedi. Sen bizden değilsin. Evet, ben onlardan değilim. Ama onlar kimdi? Uçurumun kenarında uyanıyordum. Demek boşuna çile çekmiş, boşuna yorulmuştum. (Bu Ülke dibacesi, s.53. Mahmut Meriç) Sadece dinledi. Hiçbir yorumda bulunmadı. Yorgunluğuna yormuştuk. Meğer düşünce dünyasında nefis muhasebesi yapıyormuş.
Ancak kızı Ümit Meriç, bir tren yolculuğundan bahsediyor. O tarihte Necmettin Erişen ile Avukat Kılıçkaya çok samimi dostlardı. Cemil Meriç'i Konya'ya getirmek için birlikte konferans verdiği bir şehirden getirmeye gitmiş, veya Kılıçkaya rica edip, Necmettin Erişen'i göndermiş, birlikte dönmüşler de olabilirler. O tarihte öyle oluyordu. Bolvadin'de vaizdim. Necip Fazıl, burada konferans verecekti. Arkadaşlar konferans verdiği Eskişehir'den giderek otobüsle getirmişlerdi. Oradan da başka ilçeye geçmişti. O tarihte seri konferanslar yaygındı.
Cemil Meriç'e bir hanım hizmet veriyordu. Kılıçkaya "Cemil Meriç'in eşi" demişti. O tarihlerde gözleri çok zayıf gören Cemil Meriç’e kitapları onun okuduğunu söyleyen Av. Tevfik Kılıçkaya, Fransızca da bildiğini, tercümelerinde Cemil Meriç’e yardım ettiğini söylemişti. Daha sonraları bunu teyit eden bir bilgim olmadı. Cemil Meriç’i konu alan makalelerde genellikle talebelerinin yardımı ile günde onlarca sayfa okuduğu ve önemli kitaplara böyle ulaştığı yazılıyor. Bu uygulama ne kadar gerçekçi ve sürdürülebilir bilmiyorum. Ancak kızı Prof.Dr. Ümit Meriç babasına kitap okuduğunu konuşmalarında anlatmaktadır.
Ümit Meriç ile görüşmem olmadı ama üniversite öğrenciliğinden beri tanırım. Üniversiteye giderken Üsküdar vapurunda görüyordum. Daima ciddi babasının kızı olma vakarına uygun davranırdı. Hiçbir laubali tavrını görmedim. Roger Graudy’nin konferansından tercümanlığını yaptığında anladım ki, babası Fransızcanın, bir yabancı dilin inceliklerini kızına da ulaştırabilmiş. Televizyonlardan röportajlar izledim. Ümit Meriç, bir ruh zenginliği kazanmış, fikri kemaline ermiş. Kendisinden özgün eserler bekliyorum.
Prof. Dr. Ümit Meriç Hanımefendi Konya'da bir özel toplantıda babasını etkileyen kişiyi aradığını söylemiş. 9 Nihat Kahraman Bey de varmış. Birkaç sene sonra ben, bir özel toplantıda bu bilgileri anlatınca, tanışıklığı olan arkadaşım Nihat Kahraman bey, Ümit Meriç hanıma bilgi verdi ve rahmetli Necmettin Erişen ile görüşmesini sağladı.

Kaynak: Adanapost



14 Aralık 2019 Cumartesi

BİR İLİM KAPISI: MUSTAFA KAPÇI HOCA - Mustafa Yürekli

ziya-yurekli-002.jpgBaba dostu da olan hocam Mustafa Kapçı’dan 1970’li yılların sonunda evinde ve Ulu Camide Arapça dersleri almışımdır; kendisinden İmam-ı Birgivi’nin Emsile-i Muhtelife denilen Arapaça filolojiyi, kelime üretme ilmini kısa sürede, incelikleriyle öğrendim ve bir daha da unutmadım, hala o temeller üzerinde yükselir Arapçam. Bina ve Avamil kitaplarını da öyle bir anlattı ki unutmam imkansızdı.

Kapçı hocadan ilmi ihlasla öğretmenin en büyük emaresinin sadeleştirmek ve kolaylaştırmak (özünü vermek) olduğunu öğrendim.

Mustafa Kapçı hoca, 1937 Konya Beyşehir doğumlu.. İlkokulu ve hafızlığı Beyşehir’de bitirdi. Babam Hadimül Kuran Ziya Yürekli ile Necmettin Erişen Hoca gibi Adana İmam Hatip Lisesi (1963) ve Konya Yüksek İslâm Enstitüsü (1967) mezunu; dolayısıyla Adana’da başlayıp Konya’da devam eden köklü bir dostlukları var.

Cumhuriyet devrimlerinden sonra Konyalılar çocuklarını komşumuz olan Arap ülkelerine ve Mısır’a göndererek İslami ilimler eğitimi almaları için belli bir süre atılımda bulundular. Kapçı Hoca o kuşaktan alimlerdendir. İlahiyat fakültesine kayıt yaptırmadan önce Arapça, fıkıh, tefsir ve hadis gibi İslâmî ilimleri yurtdışında öğrenmiştir. Bir süre Suriye’de bulunup Şam’da medresede (lise dengi) okuyarak (1955 – 1960) Arapça ve Arap Edebiyatı alanında güçlü bir temel atmıştı. Mustafa Sıbai’nin öğrencilerinden olduğu söylenir.  

1961’den itibaren Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde değişik görevlerde bulundu. Babam Ziya Hoca da 1969’da Milli Eğitim camiasına geçip buradan emekli oldu. Mustafa Kapçı Hoca, müftülük, müftü yardımcılığı, vaizlik ve imamlık görevlerinde bulundu. Hollanda ve Fransa’ya resmî görevle gönderildi. Yurtiçinde uzmanlık alanıyla ilgili konferanslar verdi.
Mustafa Kapçı Hoca, iyi yetişmiş bir İslam alimidir. Müftülük görevini ifa ederken toplumun zafiyetlerini anında tespit edip vaktinde fiilen ve ilmen müdahale etmesiyle dikkat çekmiştir. Bu nedenle hayır hasenatı, verdiği konferanslar ve yazıp yayınladığı ilmi kitaplarla hizmetleri Adana ve Konya sınırlarını aşıp tüm ülkeye yayılmıştır.

Dinimizin manevi boyutunu ve özünü, “İslâmda Dua ve Zikir” (3. bas. 1997) kitabında anlatan Kapçı Hoca, maddi boyutunu da “İslâmda Sağlığın Önemi İslâmda Cihadın Önemi, Hz. Peygamberin Vasiyetleri” (1998) eseriyle ortaya koymuştur. “İlâhî Sofradan İkramlar, İslâm’ın Hayata ve Ekonomiye Bakışı (2001)” kitabı da yararlandığımız bir başka ilmi çalışmasıdır.

İlmî çalışmalarının yanı sıra camii, minare, vakıf binası, öğrenci yurtları gibi kalıcı eserlerin yapılmasına da öncülük etti ve katkıda bulundu. Eğitim hizmetleriyle gençliğin yetişmesine katkıda bulunmasıyla örnek bir İslam alimi olarak tebarüz etti. Özellikle gençliğin kültürel, dini, ilmi ve fikri problemlerine ilmi yaklaşımlarla çözümler getirmesi, problemlere ehl-i sünnet ve’l cemaat yaklaşımı göstermesi hizmetlerinin ana özellikleriydi.


Mustafa Kapçı Hoca ile babam Hadimül Kuran Ziya Yürekli Hoca Konya’dan tanışıyorlardı. Ziya Hoca, 1964 – 1968 yılları arasında Yüksek İslam Enstitüsü’nde eğitim görürken tanışmışlardı. Yeniden Milli Mücadele Hareketinin kültür çalışmalarında dostluk boyutunda geliştirdiler ilişkilerini. Aykut Edibali Bey, rahmetli Necmettin Erişen Hoca ve Mustafa Kapçı Hoca, baba dostlarımız olarak her zaman dualarımızda yer alırlar; hatıraları tek tek hayırhah bir şekilde yad ederiz, Ziya Hocanın çocukları olarak..

Adana’da Mustafa Hoca Diyanet camiasında, Ziya Hoca da milli eğitim camiasında ihlaslı hizmetleriyle hala örnek alınmaktadır. Adana’da ikisi de sağlam duruşlarıyla kanaat önderi İslam alimleridir; Millet Partisi çevresi onlara yakınlık duyar, faydalanmaya çalışırdı.

Ziya Hocanın vefatından sonra ailesi ve özellikle çocukları olarak; vefası, defin sırasında son görevler yapılırken bizzat ilgilenmesi ve sonraki yıllarda  Kuran hatimleri organize ederek, ölüm yıldönümlerinde anma toplantılarıyla hatıralarını yad ederek gösterdiği kadirşinaslığı ve samimi gayretlerinden ötürü Mustafa Kapçı Hoca’ya minnettarız.

Aydınlatan, arındıran, birlik ve düzen içinde tutan değer ve idealleri ancak alimler ufukta tutar. Dolayısıyla her toplum, alim yetiştiremez olunca çöker. Alim çıkaramamış aileler İslam kültürünün dışında yabancılaşmakta, kuşaklar hızla bozulmakta ve toplum çürümektedir. Alimdir toplumu yükselişe geçiren de çöküşe düşüren de..

Bir toplumun vaziyet ve istikametini anlamak için hemen alimlerine, yetiştirdiği aydınlara bakılır bu yüzden. Bu bağlamda Mustafa Kapçı Hoca ile Hadimül Kuran Ziya Yürekli Hoca Adana'nın mefahirlerindendir. Bir ilim kapısı olarak Mustafa Kapçı Hoca, hizmetleriyle, vefakar ve kadirşinas Adanalıların gönüllerine taht kurmuştur.

31 Ekim 2019 Perşembe

GENÇLERE ADANMIŞ BİR ÖMÜR, Mustafa Yürekli


Okuma alışkanlığını kazanmamda babamın büyük rolü var. Rahmetli babam Hadimül Kuran Ziya Yürekli Hoca, Adana İmam Hatip Lisesi’nde meslek dersleri öğretmeniydi.. Uzun yıllar ortaokul bölümünde Kuran-ı Kerim, liselerde kelam ve fıkıh derslerine girdi. Mesleğini sevdiği için işini zorunluluk hissederek değil keyifle yapardı.

Memur olduğunun farkında bile değildi; mesleğinin kısıtlamalarını ve üzerindeki baskıya varan etkisini düşünmüyordu. Birkaç kez mesleki deformasyon üzerinden memurluğu sorgulamaya kalktığımda rahatsız olmuştu. Millî Eğitim, okul idaresi, müfettişler vs, hiçbiri öğrencilerinden ve kendi kişisel değerlerinden önemli değildi. 1980’lerin başında İvan İllich’in “Okulsuz Toplum” kitabını yeni okumuşum, örgün eğitimi sorguluyorum; beni dinlememişti..

İlahiyat eğitimini bitirdikten sonra 3 yıl Diyanet camiasında çalıştı, müftüyken milli eğitim camiasına geçti. Bu görev değişikliğinin ana nedeni, yaygın yetişkin öğrenimine gençlerin örgün eğitimini tercihti. Gençlerle ilgilenmekten çok mutlu oluyordu; öğrencilerde farkındalık oluşturmak ve psiko sosyal gelişimlerini tamamlamalarına destek olmak için tek tek konuşurdu. Yurt sorumluluğunu üstlenir, yatılı öğrencilerle özellikle ilgilenirdi, ailelerinden uzakta ilim tahsiline çalışıyorlar diye.

Zaten öğretmenlik gerçekten zor bir meslektir.  Sınavlar, yetiştirilmesi gereken konular, ders çeşitliliği, sınav kâğıtları, notlar, dönem ödevleri, yine notlar.. Gerçekçi olmak gerekirse, öğrenciler -pek azı dışında- ders ve not olarak bakıyorlar derslere, kitaplara; elbette haklılar da. Örgün eğitim bana göre de son derece sıkıcıdır. Bütün bunlar arasında öğretmenin memuriyetten, öğrenciyi yalnızca notla değerlendirme çarkından kurtulması, öğrenciye ilim, araştırma, kültür, sanat ve edebiyatla uğraşma zevkleri verebilmesi kolay değil. Bir imam hatip mezunu arkadaşım, “Ben İslam tarihini okullardaki tarih kitaplarından değil, tarihi romanlarından ve Mustafa Akad’ın yönettiği ve Anthony Quinn’in Hz.Hamza (radiyallahu anh) rolünü oynadığı Çağrı filminden öğrendim!” demişti.

Eğer öğrencinin kişisel çabası yoksa, evden ve başka kaynaklardan desteklenmiyorsa, okuma alışkanlığının, örneğin nasıl edebiyat zevkinin yalnızca okullardaki edebiyat derslerinde kazanılması, kazandırılması çok zor ise islami ilimlerle uğraşma, tasavvufi zevkler ve tarih bilinci kazanma da çok zor. Babamın çabaları hep bu yönde oldu:  Tarih bilinci, İslam medeniyeti iddiası ve erdemle temellendirilmiş ilkeli siyaseti kazandıracak kültür çalışmalarına, kitap okumalarına yönlendirirdi gençleri. Yıllar sonraki geri dönüşlerde bunun karşılığını aldığını görmek da açıkçası onu çok mutlu ederdi. 

Babam Ziya Hoca, iyi bir okurdu. Kaynak kitaplar elinin altında dururdu, kendince yeni yayınları, dergilerin yeni sayılarını ve okuru olmaktan onur duyduğu belli yazarların yeni kitaplarını takip eder, hemen edinirdi. Hutbe, mektup vs. yazdığını hatırlıyorum. Kitap ya da makale yazmak için masaya hiç oturmadı. Not defterleri vardı vaazlar için hazırlanmış, orada İslami kavramlar tanımlarıyla yazılıydı, belli konulara ilişkin ayetler, hadisler, ulema görüşleri not edilmişti.. Böyle birkaç not defteri bıraktı geride.

Ben kitap okumanın önemli ve ciddi bir eylem olduğunu ondan öğrendim; kağıt kalemle yeni tanımları, kuramları ve konuları not alarak okumak.

16 Temmuz 2017 Pazar

VAROLUŞ, HOCA VE BABA - Mustafa Yürekli


Mezunu olduğum Adana İmam Hatip Lisesi’nin meslek dersi öğretmenlerinden rahmetli Hadimu’l Kur’an Ziya Yürekli Hoca, hem hocam, hem de babamdı; üzerimde çok emeği vardır. Ben ne biliyorsam, büyük bölümünü ona borçlu olduğumu söylemeliyim. Zaman, hakikati üstün tutma ve ona çağırma davasının hak olduğunu ilan etti.
Doğrusu babamın aynı zamanda hocam olması eğitimin ontolojik boyutunu kavramamı kolaylaştırdı. Ana, baba çocuk arasındaki ilişkinin varoluşsal olduğu söylendiğinde bu yargı kolayca kabul edilir. Ana babamız bizi dünyaya getirmiş, büyütmüş ve geliştirmiştir. Aynı zamanda hoca talebe ilişkisi de varoluşsaldır; hoca da insanı yetişene dek geliştirir. Hıristiyanlar, kişinin ana babasıyla ve hocasıyla ilişkisinin varoluşsal boyutundan hareketle teslis inancına kadar savrulmuşlardır.
Sözkonusu ilişkilerin tek boyutlu hale gelmesi, nadir durumlardandır; dolayısıyla bu konuda bir yazı yazmaya karar verdim. Ziya Hocayla ilişkimin baba oğul ilişkisi boyutuna da,   hoca talebe ilişkisi boyutuna bakabilme avantajını hocanın toplumdaki konumu, değeri ve önemini açıklar nitelikte bir yazı kaleme almada kullanacağım.
Yazının daha başında Ziya Hoca’nın bir sözüne yer verelim: “Öğretmen hakkı, ana baba hakkından az değildir. İnsan bilgi ve makam olarak ne kadar yükselirse yükselsin, devlet başkanı bile olsa, her yerde, her zaman hocasına ana babasına olduğu gibi saygı duymalı, üzerinde olan hakkını hep hatırlamalı, ona karşı sürekli şükran ve minnet duygularını taşımalıdır.”  
Varoluşumuzda önemli yere sahip olan bu iki sosyal rol, babalık ve öğretmenlik aslında birbirinden öyle ayrı, ilgisiz ve uzak değil, kişinin gelişimi bakımından adeta özdeştir. Kişinin insan problemini çözmesinde belli oranda yardımcı olurlar. Okulda “Hocanın oğlu” diye çağrılmaktan hoşlanmazdım, “Benim adım yok mu?” diye sert sayılabilecek tepkiler gösterirdim. Hocanın oğlu olmanın sağlayacağı ayrıcalıklara hiçbir zaman tenezzül etmedim; öğrenci haklarını sonuna kadar kullanmak yetiyordu bana. “Mustafa Yürekli” olmak için ciddi bir mücadele vermek zorunda kaldım lise yıllarımda.
Varoluş, hoca ve baba arasındaki ilişki biraz daha açılacak olursa şu görünür: İnsanın kendi varoluşunu gerçekleştirmesinin, kendisini ve çevresini (toplum ve doğa) tanıyıp çevresine uyumlanmasının, baba ve hocasıyla (bütün öğretmenleri) nitelikli bir ilişkinin sonucu olduğu rahatlıkla söylenebilir. Doğada ya da toplumda belli bir bir noktaya uyumlanmaktan kurtulmak için İlahi İrade’ye uyumlanmakta ustalaşmak, onu kişisel irade haline getirmek gerekiyor.
Hoca aranıp bulunmazsa talebe olunmaz; talebin şiddetlenmesiyle ulaşılır hocadaki üstün niteliklere. Babayı aramaz insan, o da farklı bir imtihandır. Babadan hocaya geçişte bir kültürel kırılma yaşanırsa, varoluşa dair bilgimiz sorunlu hale gelebilir, zihnimiz bulanabilir. Medeniyet, insanın ailede aldığı eğitimi okulda da sürdürüp geliştirmesi boyutuyla sosyalleşmedeki sürekliliği güvence altına alabilir oysa.
Hoca ile babanın dünya görüşü, varlık tasavvuru ve düzen düşüncesi farklı olunca gencin varlık bilgisi gerekli ve yeterli oranda içselleşmeyince, bilişselliğini ilerletse bile, duygusal ve davranışsal gelişmesini tamamlayamayacaktır. Özbilinçe eremeyenler, bilgiyi özümlemediklerinden öteki uyumluluktan kurtulamayacak, yeterince özgürleşemeyecektir.

6 Mayıs 2015 Çarşamba

DAVUDİ SES Mustafa Yürekli

Babam Hadimu’l Kur’an Ziya Yürekli Hoca’nın davudi bir sesi vardı. Teğanniye kaçmazdı, Kur’an okurken. 

Tekir’de Hacılar Camii'nde yatsı namazlarında Bakara Suresi’nin son iki ayetini, “Emenarrasulu..” diye bilinen ayetleri okurdu, hiç unutamam. 

İkinci ayet dua olduğundan, kelimeleri tane tane okurken adeta inlerdi..  Yer gök titriyor zannederdim, okuyanın babam olduğuna inanamazdım.. İliklerim titrerdi, yüreğim pır pır ederdi.

Cami, evimizin hemen karşısındaydı ve beş vakit namazı orada kılıyorduk. Babamın Kur’an okumasını istemezdim, çok etkilendiğimden. 

Babam çok vakur ve şecaatli okurdu, mübarek Kur’an-ı Kerim’i..  Yıllar sonra Üsküdar’da bir küçük mescitte yatsı namazından sonra Necmettin Erişen de aynı ayetleri vakur ve şecaatle, aynı şekilde okudu.. Çok şaşırdım.

Babama sordum, bu şekilde okuma nedenini. “Hocamız Mehmet Baysal Hoca böyle okurdu..” dedi. 

Hocalarımın her birinin Kur’an-ı Kerim’i farklı okuyuşu vardır. Mehmet Talo, İhsan Süreyya Sırma, Suat Yıldırım, Ruhi Özcan ve Mustafa Ağırman hocalarımın Kur’an-ı Kerim okuyuşlarını hatırlıyorum.. Ben hiçbirini örnek alamadım ne yazık ki..

Davud (a.s.) Zebur’daki ilahileri lir çalarak çok şecaatli okurmuş. Rahmetli Ruhi Özcan Hoca da davudi sese sahipti ve şecaatli okurdu.  

Şimdi ne çok isterim, babamın, Necmettin Erişen hocanın ya da Ruhi Özcan hocanın davudi sesinden Kur’an ayetlerini dinlemeyi..  

Üçü de rahmet-i rahmana kavuştu.. Allah taksiratlarını affetsin, üstümüzde emekleri var, Salihler listesine yazsın ve nur içinde yatsınlar..


13 Nisan 2015 Pazartesi

HADİMÜ'L KUR'AN ZİYA YÜREKLİ HOCA









Ziya Yürekli Hoca, hayatına “ölümün kapıp kaçıramayacağı, çalamayacağı bir anlam” verebilmek için ömrü boyunca Kur’an-ı Kerim okuttu. Binlerce öğrencisi, bugün onu gözyaşı içinde Fatihalarla anıyor.

Hayatımın en acı günü, babamı kaybettiğim gündür. Bu yazıda, babam “Hadimü’l Kuran” Ziya Yürekli Hoca’yı anlatacağım. Çevresinin hitabıyla Ziya Hoca, Adanalı emekli bir öğretmendi. 27 Ocak 2007’de rahmet-i Rahman’a kavuştu.

Adana İmam Hatip Lisesi’nin öğretmenlerinden Ziya Yürekli ve Muhittin Aksoy hocalar, Adana’nın Karaisalı ilçesinin ilk üniversite okuyan çocuklarıydı. Ziya Hoca 1940 yılında Karaisalı’nın Filikli köyünde dünyaya gelmişti. Dağ köylerinden şehre inip okuyan bu iki Yörük çocuğunun hikâyeleri 50’li, 60’lı ve 70’li yıllarda bölgede bir efsane gibi anlatılırdı. Köy çocukları, onları örnek alırdı.

Ziya Hoca 1969 yılında Konya Yüksek İslam Enstitüsü’nden mezun olduktan sonra Adana’da bir yıl vekil müftülük ve vaizlik yapmıştı. 1970’ten 1996 yılına kadar Adana İmam Hatip Lisesi’nde meslek dersleri öğretmeni olarak çalıştı. Öğretmenlik hayatı boyunca özellikle ortaokul bölümünün Kur’an-ı Kerim derslerine giriyor, öğrencilerini Elifba’dan başlatıp harfleri yerinden çıkartarak tecvit kurallarına uygun bir şekilde okur hale gelinceye kadar büyük çaba sarf ediyordu. Gerekli ve yeterli okuma düzeyine çıkamayan öğrencilerini, öğleleri bir saatlik yemek tatilinde bir sınıfta toplayıp ek ders veriyordu. Ziya Hoca, yaz tatillerinde mahallenin ve hısım akrabanın çocuklarını toplar, evinde ders verir, namaz surelerini ezberletir, ilmihal bilgilerini ve Kur’an-ı Kerim okumayı öğretirdi.

İstese okul yönetiminde görev alabilir ve müdür koltuğuna da rahatlıkla oturabilirdi. Fakat o kariyer hesapları yerine her zaman Kur’an-ı Kerim’e hizmet etmeyi tercih etti. Arkadaşlarından dönemin Adana Milletvekili Hasan Gürsoy, 1978 yılında, o zamanın Milli Eğitim Bakanı ile görüştüğünü, gereken her şeyi ayarladığını ve babamdan Adana İl Milli Eğitim Müdürü olmasını rica etmişti. Ziya Yürekli Hoca, Hasan Gürsoy’a şu cevabı verdi: “Bilirsin, bir Hadis-i Şerif var: ‘Sizin en hayırlınız, Kur’an-ı Kerim’i öğrenen ve öğretendir.’ buyuruyor sevgili Peygamberimiz. Ben bu Hadis-i Şerif ile hayatım boyunca amel etme kararı aldım. Siz o göreve daha uygun bir arkadaş bulursunuz. Böylesi daha hayırlı olur.”

HADİM’UL KUR’AN ZİYA HOCA   

Oğlu olarak, tanıyanların da kabul edeceği 10 özelliğini saymak isterim:

1. Ziya Hoca ibadetler konusunda ciddiyeti ve gayretiyle tanınır. Hayatın gayesinin ibadet olduğunu sık sık ifade ederdi. Beş vakit namazı vaktinde kılar, hiç gevşeklik göstermezdi. Ramazanlarda ibadetlere yoğunlaşır, mübarek gün ve gecelerde fazladan çaba gösterirdi. İnfakta çevresine örnekti. Zekat konusunda çok titizdi. Emekliye ayrılınca, ilk işi Hacc-ı Ekber yapmak olmuştur. Namazları cemaatle camide kılmaya büyük önem verirdi.

2. Sabah namazından sonra veya gün içinde uygun bir saatte bir cüz Kur’an okumayı adet haline getirmişti, her ay Kur’an-ı Kerim’i baştan sona okuyarak bir hatim indirirdi. Ramazan ayında haftada bir olmak üzere dört hatim indirirdi. Çevresindeki insanlardan, hısım akrabadan, eş dosttan ahirete irtihal edenlerin arkasından hatim indirme adeti vardı. Kur’an-ı Kerim gönlünden, elinden ve dilinden hiç düşmezdi. Okumakla yetinmez, çevresini de Kur’an okumaya teşvik eder ve bilmeyenlere kolay ve hızlı bir şekilde doğru okumayı öğretirdi.

Bulunduğu her toplulukta Kur’an okurdu. Ayetlerle düşünmeyi çok sever, düzenli meal okurdu. Hasan Basri Çantay meali elinden düşmezdi. Elmalılı Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’an Dili Tefsiri ile Ömer Nasuhi Bilmen’in tefsiri ve ilmihali başvuru kitaplarıydı. İmam-ı Nevevi’nin Riyazü’s Salihin kitabını defalarca okumuştur.

İman esaslarını ayetlerle izah etmeye doymazdı. Kur’an ahlakıyla ahlaklanmıştı. Kur’an odaklı bir hayat yaşıyordu. Ziya Hoca, hayatı boyunca Kur’an-ı Kerim öğretmenliğini her türlü makama ve kazanca yeğledi. O “Hadimü’l Kur’an” (Kur’ana hizmet eden) olmayı hep şeref bildi.

3. Gıybet yapmazdı ve yanında başkası hakkında olumsuz konuşulamazdı. Yanında gıybet edeni “Kardeşinin etini yeme” diye uyarırdı. Söz getirip götürmeye çok kızar, söz taşıyanları sert uyarır ve insanların arasını bozmanın, nifakın büyük günah olduğunu sürekli hatırlatırdı. Yalan söylediği görülmemiştir. Yapmayacağı bir şeyi söylemez, söz verdi mi mutlaka yapardı.

4. Ziya Hoca, şahsiyetinde erdemleri toplamıştı. Sevgi doluydu, güvenilirdi, dürüsttü, bilgeydi, sözü senetti, cömertti, cesurdu, adaletliydi, hoşgörülüydü, merhametli ve affediciydi, mütevaziydi. İnsanlığı statüye önceler, insanlar arasında hiçbir ayırım yapmaz, herkese kardeşçe, özgür ve eşit görerek yaklaşırdı; tam bir Osmanlı beyefendisiydi, güler yüzlü, tatlı dilli ve anlayışlıydı. Tanıştığı kimseleri unutmaz, mutlaka ziyaretlere gider, insanlarla ilişkileri canlı tutmaya çalışır, kesinlikle kendisi ilişkileri koparmak istemezdi. Kin tutmazdı. Kibir, riya ve haset nedir bilmezdi.

5. İlme, düşünceye ve kültür/sanata çok değer verirdi. İlimle meşgul olmayı, tefekkür etmeyi ve fikir alışverişinde bulunmayı büyük ibadet görürdü. Birkaç koli dolusu, vaazlarda ve sohbetlerde yararlandığı not defteri var. Düşüncelerini ayetlerle temellendirir, bütün bilgi ve düşünceleri o ayetlere bağlardı. Şiiri sever, Yunus Emre başta olmak üzere pek çok şairi okurdu, fakat onun şairi Mehmet Akif Ersoy’du. Akif’in dizelerini ezbere bilir, sohbetlerini o dizelerle süslerdi. Öğrencileri arasından akademisyen ve yazarlar çıktı; onlarla övünür, eserlerini okur ve çevresine tanıtırdı. 

6. Ziya Hoca çok vefakârdı. Dostlarına ve davasına karşı son derece fedakârdı. Her yıl Adana ve çevre illerde ne kadar tanıdığı, dostu varsa tek tek dolaşır, İslami meseleleri, ülkenin vaziyet ve istikametini konuşurdu. Toroslarda, dağ köylerinde, camilerde, kahvehanelerde ve ev sohbetlerinde “emr-i bi’l maruf nehy-i ani’l münker” yapardı. Türkiye’nin dört bir köşesinde dava arkadaşları, dostları vardır. Ferdiyetçiliği sevmezdi. Cemaat ve cemiyet adamı olmayı Müslümanlığın temel özelliklerinden görürdü. Fakir ve yardıma muhtaç ailelerle ilgilenirdi. Toros köylerinden kalkıp gelen köylüleri evinde ağırlar, özellikle sağlık konusunda yardımı esirgemez, onları bizzat hastaneye götürüp teşhis ve tedavileri için çaba gösterirdi. Kadınlara, çocuklara, gençlere, engellilere ve gariplere sahip çıkar, sorunlarını çözer ve kişisel yardımlarda bulunurdu. Tam bir gönül adamıydı.

7. Ziya Hoca çocuklara ve gençlere çok değer verirdi. Eğitimleriyle bizzat ilgilenirdi. Din eğitimi almaları konusunda çaba sarf ederdi. Gençleri kitap okumaya, dergi okumaya, düşünmeye ve sorgulamaya yönlendirirdi. Gençlerin iyi yetişmeleri, eğitimlerini başarıyla tamamlamaları, üniversite okumaları, hatta akademik çalışma yapmaları gerektiğini düşünür, bu konuda büyük bir çaba gösterirdi. Arkadaşlarıyla Anadolu Eğitim Vakfı’nı kurmuştu ve her hafta sonu gençlerle sohbet ederdi.

İyilik, doğruluk ve güzellik ekseninde yaşar; yanlışa, kötülüğe ve çirkinliğe razı olmaz, karşı çıkar ve çok iyi tanıdığı şer odaklarına karşı yılmadan mücadele ederdi.. Bu yaşam felsefesini gençlere de anlatırdı. Allah’ın iyiler listesine yazılmak, kıyamet gününde o listeden çağrılmak ve salihler arasında haşrolmaktı, bütün hesabı.

8. O bir medeniyet mimarıydı: Davası, medeniyetimizi yeniden ihya etmekti. Devleti, milletin teşkilatlanmış hali, yani milletin kendisi görürdü. Devletin, modern bir organizasyona dönüşmesini, millete yabancılaşmasını, kamu kurumlarının kendini milli iradenin üstünde konumlamalarını, millet hayatını ve milli kültürü tahrip etmesini ve devlet-millet çatışmasını yanlış bulurdu. Ziya Hoca’ya göre asıl olan medeniyetti. Millet, kendi muhteşem medeniyetini yeniden ihya etmeliydi; böylece devlet teşkilatı ıslah olacak, devlet milletin emrine girecek ve hizmet üretecek, millet de devleti canından aziz bilecek, bütün varlığını ona adayacaktı. Modernleşmenin, medeniyet değiştirmenin, millet-devlet ilişkisini tahrip ettiğini, devletin ve milletin ahlaki ve metafizik temellerden koparak bozulduğunu düşünürdü. Davası, bir medeniyet atılımını gerçekleştirme mücadelesiydi.

9. Hizmet, hayatının ana eksenini oluştururdu. Müslümanların 24 saat hizmet etmeleri gerektiğini düşünür, her an bir davet gelecek, hizmete çağrılacakmış gibi hazır dururdu. Hizmet verirken coşkuyla çalışırdı ve kesinlikle herhangi bir dünyalık karşılık beklemezdi. Hizmeti, tıpkı secde gibi Allah aşkının bir göstergesi olarak algılardı.

10. Sosyal, ekonomik ve siyasal hayatın, ilim, ahlak ve hukuk temelleri üzerinde yükselmesi gerektiğini düşünüyordu. Hiç kitap yazmayı düşünmedi. Milletimizin büyük bir kültürel birikiminin olduğunu biliyor, var olanın yeterli olduğunu düşünüyor, eğitimi sıkı tutarak zengin milli kültürümüzden yararlanabileceğimize inanıyor ve iyi yetişmiş gençlerimizin yasal yoldan teşkilatlanarak demokratik kurallar içinde iktidara el koyması gerektiğini savunuyordu.

“İlim zamanı değil, siyaset zamanı..” derdi. Ziya Hoca’ya göre siyaset, Müslümanlığın omurgasını oluşturuyordu. “Kütüphanelerdeki raflarda kitapları dolduran bilgi, düşünce ve değerler siyasetle canlanır ve insana yararlılık gösterir. Allah’ın hükümleri, siyasetle yürürlüğe sokulur. Din siyasetle ayakta tutulur.” derdi.

Hukukun üstün tutulması gerektiğini savunur, yeni Anayasa ihtiyacını vurgular ve hukukun siyasallaştırılmasına karşı çıkardı. Dindar, çağdaş ve demokrattı. Ziya Yürekli Hoca, hayatına “ölümün kapıp kaçıramayacağı, çalamayacağı bir anlam” verebilmek için ömrü boyunca Kur’an-ı Kerim okuttu. Binlerce öğrencisi, bugün onu gözyaşı içinde Fatihalarla anıyor.

MÜCADELE BİRLİĞİNİN KURUCULARINDANDI

Ziya Hoca, 68 kuşağındandı. O üniversite öğrencisiyken, gençlik olayları yükselişteydi. Türkiye’de sağ sol kavgası başlamıştı. Sol gençlik üniversitelerde kısa sürede örgütlenmiş ve on binlerce taraftar bulmuştu. Sağda ise örgütlenme Milli Türk Talebe Birliği çatısı altında gerçekleşiyordu. Solla girişilen mücadele sonrası kazanılan bir kale olan MTTB dört yıl süreyle bu işlevini yerine getirdi. Ancak altmışlı yılların sonuna doğru üniversitelerde sol rüzgarın karşısında MTTB’nin pasif kalması, birlik içinde daha aktif olmak isteyenlerin seslerinin artmasına neden oldu.

MTTB’den koparak Ülkü Ocakları çatısı altında toplanan milliyetçi gençler, sokaklara ve şehirlere inen sol grupların karşısında mücadele görevini üstlenmek zorunda kaldı. Bu arada Aykut Edibali ve arkadaşları Mücadele Birliği adıyla bir örgütlenme başlattı. Mücadele Birliği, İstanbul yerine Konya’da kuruldu. Ziya Yürekli Hoca da Konya’da Necmettin Erişen’in önderliğinde yapılanan Mücadele Birliği’nin 20 kişilik kurucu kadrosunda yer aldı. Metin Toker, ‘Solda ve Sağda Vuruşanlar’ kitabında Mücadele Birliği ile Dev—Sol’u mukayese ederek Yeniden Milli Mücadeleciler için “sağın Dev—Genç’i” tanımını yapmıştı.

Mücadeleciler, sağın fikir kalesiydi; Türkiye’nin ihtiyacı olan kadroları yetiştirmek için yola çıkmışlardı. Mücadeleciler, inançlarının emrettiği gibi yaşama konusunda Ülkücüleri pasif buluyor, hayatlarının tamamının ‘dava’ya adanması noktasında da bütün sağ gruplardan daha fedakâr olduklarını düşünüyorlardı. MTTB’nin ise disiplin anlamında yetersiz olduğunu ve öğrenci derneği olarak kalmasını istiyorlardı.

20 kişilik bir kadroyla kurulan hareketin büyümesi oldukça hızlı oldu. 1968 yılından 12 Mart’a kadar geçen dönemi, Mücadele Birliği’nin altın dönemi olarak ifade edebiliriz. Bu dönemde haftalık Yeniden Milli Mücadele dergisi, aylık Pınar kültür sanat dergisi ve üç aylık Gerçek dergisini çıkardılar. Otağ Yayınları kurulup kitaplar basıldı.

Mücadele Birliği kısa bir süre içinde üniversitelerde hakimiyet kurmaya başladı. İstanbul, Ankara ve İzmir’de bulunan Yüksek Öğretmen Okulları, Mücadele Birliği’nin kalesi haline geldi. Yüksek Öğretmen Okulları Anadolu’nun bütün rengini yansıttığı gibi, en zeki öğrencileri de bünyesinde barındırıyordu. İllerindeki okullarda başarılı olup dereceye giren öğrenciler Yüksek Öğretmen Okulları’nda okumaya hak kazanıyordu çünkü. 1968 kuşağı, Soğuk Savaş döneminin gençliğiydi. Sol-sağ diye parçalanan gençlik kanlı bir kavganın içinde vuruşturuldu. 12 Eylül öncesindeki terör ortamında Mücadeleciler gençlik olaylarına katılmadılar. Aykut Edibali “Ben hiçbirinin burnunu kanatmadım, çocuğum gibi üzerlerine titredim, sattırmadım, ne kan sattım ne sattırdım. Türkiye’de benden başka hiçbir lider bunu diyemez” diyor bugün. Mücadele sadece fikri planda yapılıyordu.

Mücadele Birliği’nin özelliklerinden biri de sağdaki en disiplinli teşkilat olmasıdır. Mücadeleciler, kadroların yetiştirilmesinde o kadar disiplinlidirler ki sadece sağ fikirleri öğrenmek yerine, bir solcu kadar Marks’ı, Lenin’i, 17 Ekim Devrimi’ni, sosyalizmi ve solun diğer kavramlarını da öğretirlerdi. Öyle ki birçok solcuyla girdikleri fikri münakaşada solcuları pes etmek zorunda bırakırlardı. Solun ideologlarından biri olan İdris Küçükömer de bu gerçeği teyit ederek, “Bu Mücadeleciler solculuğu bizden daha iyi biliyor” demek zorunda kaldı.

Mücadeleciler, Türkiye’de bütün olayların arkasında Yahudi zihniyetini aradılar; ülkenin komünizm ve siyonizm tehdidi altında olduğunu iddia ettiler. Dünya sistemini deşifre ediyor, devletler oyununu anlatıyor, “Amerika, Rusya, Yahudi’ye kukla!” şeklinde sloganlaştırıyorlardı. Zaten Mücadele Birliği üyeleri de kendilerini tanımlarken antikomünist, antikapitalist, antisiyonist, antiemperyalist, milli değerlere bağlı ve İslama saygılı olma vurgusunu yapmayı tercih ettiler hep.

Mücadele Birliği’ni diğer sağ gençlik hareketlerinden ayıran özelliklerinden biri, hiçbir siyasi akımın temsilcisi ya da alt grubu olmamasıdır. Siyasi bir harekete dönüşmek yerine ülkeye hizmet edecek insan kadrosu yetiştirmek amaçlanıyordu. Aykut Edibali Türkiye’de yapılan ihtilallerin başarısızlığının en önemli nedeni olarak yetişmiş insan kadrosunun yetersizliğini gösteriyordu. Hareket, sonradan dağılma sürecine girmesine rağmen kadro yetiştirme geleneğini uzun süre kaybetmeyerek bir anlamda başlangıçtaki hedefine ulaşmış oldu.

Aykut Edibali “Mücadele Birliği bir kültür hareketi, bir mektep olarak vereceğini fazlasıyla verdi. Renkleriyle, çeşitleriyle çok farklı yerlerde olan insanlarıyla bunu başardı. 20 tane adam Türkiye’yi salladı.” diyor. Ziya Hoca da Türkiye’yi sallayan o 20 kişiden biriydi.

SİYASET MÜSLÜMANLIĞIN OMURGASIDIR

Mücadeleciler, İslamcıydılar, dolayısıyla Ziya Gökalp tarzı Türkçülüğe karşıydılar ve Alparslan Türkeş’e uzaktılar. Fakat Necmettin Erbakan hareketine de uzaktılar; çünkü T.C. devletinin kuruluşu ile Erbakan hareketinin İslami “model”i arasında mutlak bir çatışma olacağını, ileride devletin iktidarına talip olsalar bile bu konuda ihtilaflı bir durumun ortaya çıkacağını ve Türkiye’nin zarar göreceğini düşünüyorlardı.

12 Mart 1971 tarihi, Yeniden Milli Mücadeleciler için de yeni bir dönemin habercisi oldu. Hareketin çekirdek kadrosu parçalandı. Necmettin Türinay, Cemil Çiçek, Ömer Ziya Belviranlı, Taha Akyol gibi isimler Mücadele Birliği ile yollarını ayırdılar.

İlk kırılmanın ardından hiçbir şey eskisi gibi olmasa da Mücadele Birliği gerek yayınları, gerekse etkinliği ile kendine biçtiği misyon doğrultusunda faaliyetlerine devam etti. Yetmişli yılların ortalarına kadar küçük bölünmeler yaşandı; ama bunlar belirleyici olmadı.


1975’e gelindiğinde hareketin siyasal parti haline gelmesi için çalışmalar yapıldı. Aykut Edibali, Millet Partisi’ni ele geçirerek siyaset yapma isteğini gösterdi. Millet Partisi fikrinin tabandan gelen tepkiler sonucu başarıya ulaşamaması, birliğin siyaset arayışında yeni hedefler belirlemesine neden oldu. Bu kez de merkez sağın en büyük partisi Adalet Partisi ile ilişki başladı. Tabandan gelen itirazlara rağmen yönetim AP ile anlaşıp, bu partinin gençlik kollarını örgütleme yoluna gitti. Bu dönemde ayrılmalar arttı. Mehmet Akif Ak, Hüseyin Gülerce, Ahmet Taşgetiren, Mehmet Ali Taşçı gibi yazarlar Mücadele Birliği içinde yetişip ayrılanlardandı.

12 Eylül sonrası Aykut Edibali kendisini terk etmeyen arkadaşlarıyla birlikte Islahatçı Demokrasi Partisi’ni kurarak Mücadele Birliği’nin yerinin artık siyasal parti çatısı olduğunu göstermek istedi. Ancak birlikte yola çıktığı insanların büyük kısmı artık yanında değildi.
Ziya Yürekli Hoca, 1969’dan itibaren Adana’da kurucusu olduğu Mücadele Birliği hareketine destek verdi; hareketteki kopmalara üzülse de Aykut Edibali’ye ve merkeze hep vefa gösterdi. Emekli olunca birkaç yıl Millet Partisi il başkanlığı yaptı. Ziya Hoca, emekli müftülerimizden Mustafa Kapçı hocayla birlikte Adana’da faziletli insanlardan oluşan cemaatine hizmete son nefesine kadar devam etti.

Türkiye’nin Ziya Abisi, hocası ve hizmet kahramanıydı. Ziya Hoca, siyaseti Müslümanlığın omurgası görüyordu ve millet düşmanlarına ve şer odaklarına karşı mücadelenin imanın gereği olduğunu savunuyordu. Siyaseti ibadet zihniyeti ve ciddiyetiyle yapıyordu.
Son yıllarda kendini tamamen vakıf çalışmalarına verdi. Gençlerle ilgilendi. Eğitimlerine destek verdi. 27 Aralık 2007 Perşembe günü, vakıfta, gençlerle sohbet ederken yüksek tansiyondan beyin kanaması geçirdi ve bir ay yoğun bakımda kaldı.

Ziya Hoca, ömrünü adadığı hizmet yolunda rahmet-i Rahman’a kavuştu. Ziya Yürekli Hoca, hayatına, ölümün çalamayacağı bir anlam kazandırmayı başardı. Nur içinde yatsın. Allah (c.c.) ona rahmetiyle muamele etsin. Kabrini, cennet köşelerinden bir köşe kılsın. Oğlu olmakla iftihar ediyorum.

8 Nisan 2015 Çarşamba

BABAMIN KİTAPLIĞI


1.

Ölümünden bir ay  önce, babam, bir kağıta bir şeyler yazıp bana verdi. O mahcup tebessümüyle, veda etme havasını takınarak, nükte yapar gibi, daha sonra okumamı istedi..  

Tam kapıya vardım, babam Mushaf’ı kapattı. Üzerinde kağıt kalem olan sehpaya eğildi, bir şeyler yazmaya başladı. Beni fark etmemişti. Çalışmasını bölmek istemedim. Kapıda durup bir süre onu izledim.

Hala Kur’an-ı Kerim elindeydi, ben odaya girince, okumaya son verdi. Yüzüme gülümseyerek bakıyordu. Karşısında durdum. Bakıştık.

Bir insan, hayatta en çok yaptığı işiyle, hatta en güzel haliyle hatırlanmayı hak eder. Babamın resmi, Kur’an-ı Kerim’i okuma görüntüsüdür: Onu pek çok olayın içinde gördüm, çeşitli işleri yaparken seyrettim. Babam cami kürsüsündeyken vaaz ve sohbetlerini, yüz yüze nasihatlerini dinledim. Namaz kılarken ya da oruçlu hallerine tanık oldum, hatta hacca gidip geldiğindeki halini hatırlıyorum. Bir sınıfta, kara tahtada beyaz tebeşirle öğretmenlik yaparken.. Pek çok durumunu bilirim. Tüm bu görüntülerin arasından Kur’an-ı Kerim’i okuma görüntüsü sıyrılıp öne çıkar.  

Sehpada ikiye katlı duran dosya kağıdını içine koyduktan sonra Mushaf’ı bana uzatırken, mahcup bir şekilde “Beni etkileyen ayetlerin listesini çıkardım. Sonra bir bakarsın! Belki benden sonra bu ayetlerden sen de yararlanırsın..” dedi hafifçeKur’an-ı Kerim’i aldım, onu kütüphanedeki yerine koyacaktım.   

Evde, çalışma odamda idik. Vedalaşma havasında, kederli, ama oldukça vakur, hatta şefkat dolu.. Fakat mahcuptu. Helalleşmek ister gibiydi. Bu davranışı, beni sarstı.

İkimizi de kederlendiren bu unutulmaz an biter bitmez ikimiz de her zamanki rollerimize, hayatı daha ağırdan alan, genel geçer baba oğul kimliklerimize geri dönerek rahatladık. 

Her zamanki gibi havadan sudan, eşe, dosta, hayatta olan akrabalarımıza dair meselelerden, Türkiye’nin bitip tükenmez siyasi dertlerinden ve babamın bir ömür verdiği vakıf hizmetlerinden, çok da fazla kederlenmeden, söz ettik.